Almanlar milyonlarca göçmenle yaşadıkları gerçeğini kabul edemiyor. Hiçbir Batı ülkesinde bir yabancıyı reddetmekte Alman ısrarını bulamazsınız. Almanlar gibi yabancılarla birlikte yaşayan ve onları görmezden gelen başka bir insan olduğunu sanmıyorum.
Almanya’da iki yıl önceki genel seçimlerden bu yana yaşanan siyasi gelişmeler, Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD), Yeşiller ve liberal Hür Demokrat Parti (FDP) arasında bir koalisyon kurulmasını zorlaştırdı. Koalisyon hükümeti, koronavirüs salgını ve Ukrayna-Rusya savaşı nedeniyle çok sayıda sert önlem almak zorunda kaldı. Savaş, Almanya’yı enerji tedarik yolunu değiştirmeye zorladı.
Almanya, Rusya’daki doğal gaz kesintilerinin yarattığı boşluğu diğer ülkelerden sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) ile doldurarak kışı sorunsuz atlattı. Salgın da başarıyla test edildi, ancak mevcut anketler hükümetin ortaklarının muhalefetin oldukça gerisinde olduğunu gösteriyor.
Muhafazakar Hristiyan Birlik (CDU/CSU) ve neo-Nazi Almanya İçin Alternatif (AfD) partisi toz sandıkları. Ülke salgından kurtulmuş görünüyor, olası bir enerji krizinin gölgesinde kış oldukça rahat geçti, korkuların aksine ekonomik veriler bir toparlanmaya işaret ediyor. O zaman sorun nedir? Problem bir Alman klasiğidir. Yabancılar ya da göçmenler… İslamofobiklerle, Afrikalılarla, Araplarla, Türklerle sabah akşam yatan, nohut gibi antidepresan tüketen Almanlar, yabancıların yarattığı korku ve endişeyle faşistlere “gelin kendinizi kurtarın” diye sesler çıkarıyor. ”.
Toplama kampları kurup bu kamplarda milyonlarca masum Yahudi, çingene ve eşcinseli yaktığını mı yoksa gaz odalarında zehirlediğini mi düşünüyorsunuz? Faşistlere sempati duyan Almanlar, utanmadan, kültürlerinin ayrılmaz bir parçası olan gündelik ırkçılığı, “bütünleşmeyi başaramadılar” bahanesiyle, “hain bir hırsız toprak sahibine baskı yapıyor” bahanesiyle suçluyorlar.
Avrupa’daki tüm neo-faşist partiler gibi iç ve dış politika konusunda somut bir siyasi önerisi olmamasına rağmen sadece sosyal ağlarda reklam vererek kitleleri harekete geçirmeye çalışan AfD’de yukarıda da belirttiğim gibi mutluluk rüzgarları esiyor. O kadar rahat bir siyasi alanda faaliyet gösteriyorlar ki, kimse onların içinde bulunduğu ahlaksızlık düzeyine inmek istemediğinden, eşi benzeri olmadığı bile söylenebilir. Zaman zaman güçlü bir merkez sağ temsilcisi olan Hristiyan Birlik, AfD’nin düzeyine inerek, kaybedilen oyları geri kazanmak için ırkçılığa karşı yarışa katılır, ancak AfD’nin gerçek bir “iğrenç faşist söylem” olduğunu kabul etmek gerekir. ” fenomen.
Partinin ülkenin içinde bulunduğu sıkıntılara dair söyleyecek sözü yok. Onlara göre bütün sorunların kaynağı “göçmenler”dir. “Ekonomik programınız nedir” diye soruyorsunuz, cevap “göçmenler”, “Dış politikaya bakışınız nedir”, cevap “göçmenler”, “İç politika ne durumda”, cevap “göçmenler”, cevap “göçmenler” … Siteleri açın, her şey “göçmenler” ile ilgili. Elbette haksız değiller. Ülkede bu sapkınlığın epeyce alıcısı var.
Almanların 2. Dünya Savaşı sırasında işledikleri Nazi mezalimlerinden hiçbir şey öğrenmediğini iddia edenler, bence davayı kazandılar. Dünya suikastçısı Hitler ve çetesinin zulmünden kaçan ve savaştan sonra gazeteci olarak ülkeye dönen Inge Deutschkron, anılarında Almanya’da gördüğü manzaraların tüylerini diken diken ettiğini ve bunun önemli bir parçası olduğunu gördüğünü yazdı. Nazilerin bürokratları hâlâ iktidardaydı. Herkese hoşgörülü davranan demokratik bir toplum muhtemelen bu tablodan çıkmayacaktır.
Ayrıca, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Almanya, “yabancılardan” her zamankinden daha fazla temizlendi ve homojen bir görünüme kavuştu. 1945’ten sonraki 15 yıl boyunca Almanlar, hayal ettikleri gibi, neredeyse tamamen ülkede parlak ve renkli gözlerle yaşadılar. Hitler öldü, ancak bir “Aryan ülkesi” hayali nihayet gerçek oldu, ancak 1960’larda ülke yeniden yabancı işgücüne ihtiyaç duydu.
Tabii ki, yeni Almanya’nın yeni Nazilerinin siyasi malzemeye ihtiyacı vardı ve bu malzeme 1960’lardan sonra gelmeye başladı. O dönemde Yunanistan, Portekiz ve Türkiye’den işgücü transferleri başladı. 1980’lere geldik. 1960 ile 1980 arasındaki bu 20 yıllık dönem, arzulanan siyasi malzemeyi, yani “göçmenleri” alan Alman neofaşizminin gelişme süreciydi. Bu bağlamda, yabancılara yönelik şiddet 1980’lerde başladı ve Almanya’nın yeniden birleşmesinden sonra protestoların sayısı önemli ölçüde arttı.
Saldırılar arttı, insanlar öldü ama merkezi hükümet sanki hiç olmamış gibi davranmaya veya inkar etmeye devam etti. Hükümetler neo-Nazi saldırılarını eleştirmedi bile. 90’ların ünlü muhafazakar başbakanı Helmut Kohl bile Mölln ve Solingen’deki katliamların ardından protestolara katılmayı reddetmiş ve “Böyle taziye turizmi bana yabancı” demişti. O zamanlar Kohl, iş toplama kamplarına gelmediği sürece bu konuyu ciddiye almayı düşünmüyordu.
Almanlar, sanayileşme döneminde her zaman yabancı işgücüne ihtiyaç duymuş, ancak ithal edilen işçilere her zaman “misafir” muamelesi yapmıştır. Almanya bu “geçici yabancıları” sadece ülke ekonomisine hizmet için kabul etti.
Kitlesel cinayetten hüküm giymiş bir Almanya’da, yabancı düşmanlığının dozu hala hiçbir Batı ülkesiyle karşılaştırılamaz. Katiller çetesinin lideri Adolf Hitler hayatta olsaydı eminim ki bugünün vatandaşlarıyla çok gurur duyardı. Irkçılık sorununu sadece şiddet eylemleri üzerinden değerlendirmek yanlış olur. Ülkede her gün ten rengi, din ve isim nedeniyle ayrımcılığa uğrayan binlerce insan var.
Almanlar milyonlarca göçmenle yaşadıkları gerçeğini kabul edemiyor. Hiçbir Batı ülkesinde bir yabancıyı reddetmekte Alman ısrarını bulamazsınız. Almanlar gibi yabancılarla birlikte yaşayan ve onları görmezden gelen başka bir insan olduğunu sanmıyorum. Bu, Alman dilinin sadece iki bölümü için geçerli değildir. Neo-faşistler veya neo-Naziler asla yabancıları görmezden gelmez. Hala gelemiyorlar. Ne de olsa, tüm siyasi faaliyetlerin tek malzemesi “göçmenler”.
İkinci bölümde, Almanlar anti-faşisttir. Yabancılarla her alanda dayanışma içindedirler ve kültürlerin eşit şartlarda bir arada var olabileceğini savunurlar. Orta kesimin önemli bir bölümünün yabancılarla ilgili olarak duygusal olarak Nazilere yakın olduğunu söyleyebiliriz. “İslam mı? Nazileri tercih ederim” cümlesi bence sorunu yeterince açıklıyor.
Almanlar, sanayileşme döneminde her zaman yabancı işgücüne ihtiyaç duymuş, ancak ithal edilen işçilere her zaman “misafir” muamelesi yapmıştır. Almanya bu “geçici yabancıları” sadece ülke ekonomisine hizmet için kabul etti. Batı’nın kendi gibi olmayanları aşağılaması, dışlaması, hatta “ötekileri” düşman görmesi sorunu “ırkçılık” denen bir olgudur. Avrupa genel olarak ırkçı bir kıtadır ve Almanya bu kıtadaki en ırkçı ülkedir. Yoksa İkinci Dünya Savaşı’nda insanlığa çektirdikleri onca acıya ve utanca rağmen faşizm Almanlar için bir hükümet biçimi olarak yeniden siyasi gündemdeki yerini alabilir mi?
Öte yandan, Almanya’da Yahudiler ve genel olarak ırkçılık hakkında istatistiklere dayalı çok az ampirik araştırma var. Bu tür çalışmaların azlığı, Almanların geçmişleriyle yüzleşmeye pek istekli olmadıklarının veya sanılanın aksine geçmişi dürüstçe sorgulamaktan yorulduklarının bir göstergesi olarak alınmalıdır.
Doğru, Almanlar İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Nazi rejimini, faşizmi ve ırkçılığı sert bir şekilde eleştirdi ve reddetti, ancak bu eleştiri mekanizmasının resmi dilde daha baskın olduğunu görüyoruz. Bu, yalnızca Almanya’nın medeni dünyaya dönüşü için gerekliydi.
Parlamentoda sandalyesi olan bir neo-Nazi partisi tarafından cesaretlendirilen birçok Alman, aşırı sağın güvenli olduğunu bildikleri için ırkçı hakaretlere adım atıyor.
Ancak resmi dilde hakim olan eleştirel jargonun gayri resmi dilde sevilmediğini ve çok sık kullanıldığını anlıyoruz. Amerikalı sosyologlar tarafından 1946 ile 1949 yılları arasında yapılan bir araştırma, Alman nüfusunun yüzde 48’inin “Nasyonal Sosyalizmin iyi olduğuna inandığını, ancak hatanın doktrinin içeriğinde değil, pratikte nasıl uygulandığında yattığını” ortaya çıkardı.
1970’lerin sonlarında yayınlanan bir başka araştırma, üç Almandan birinin “Hitler’in bir dünya savaşı başlatmamış olsaydı, Alman ulusunun yetiştirdiği en büyük devlet adamlarından biri olacağına inandığını” ortaya çıkardı. Bugün bu çalışmalar yapılsa farklı bir sonuç alınacağını düşünmüyorum.
Zamanımıza geri dönerseniz, o yıllardan bu yana çok az şey değişti. Bugün bile Hitler’in yandaşları olan neo-Nazilerin daha kolay örgütlendiklerini ve propaganda yapabildiklerini görüyoruz. Örneğin AfD gibi en güçlü kanadı neo-Naziler olan bir parti, Federal Meclis’te “ırkçı-faşist” şovlar yapabilir, milletvekilleri “bu göçmenleri derhal ihraç edin” konulu konuşmalar yapabilir. Bu da yetmez, bu partinin faşist milletvekilleri neo-Nazi liderlerini meclisteki odalarına alıp meclis koridorlarında solcu milletvekillerine sözlü saldırmaya zorlayabilir. Bu bir masa.
SINIR TAMAMLANDI
Almanya’da ırkçılık her geçen gün bakkaldan doktorun muayenehanesine kadar yayılıyor. Parlamentoda sandalyesi olan bir neo-Nazi partisi tarafından cesaretlendirilen birçok Alman, aşırı sağın güvenli olduğunu bildikleri için ırkçı hakaretlere adım atıyor. Berlin’de bir bakkalda Alman kasiyer olduğu açıkça görülen siyahi bir kadına bu durumdan nasıl çıkılacağına dair bahşiş verdiği görülen bir polis memuru hakkında çok konuşuldu.
Tüm bunlara ek olarak, Alman müfredatında Nazi rejimi ve onun yaptığı katliamlar hakkında bilgi içeren bölümlerin kesildiğine işaret edilmektedir. Araştırmalar ayrıca orta gelirli ailelerin çocuklarının “ülkede artan mülteci varlığı nedeniyle gelecek kaygısı taşıdıklarını ve çalıştıklarını ve gelecekte doğabilecek olumsuz durumlardan da mültecileri sorumlu tuttuklarını” gösteriyor.
Bu veriler, Alman demokrasisinin geleceğinin ne olduğunu anlamanın anahtarıdır. Kötü haber şu ki, politikacılar, kurumlar veya ırkçı olmayan vatandaşlar bile hareket halindeyken üç maymun oynuyor. Sorun artık her kesimden insanın bir araya geldiği ulusal derneklere sıçradı. Örneğin Sol Parti’deki (Die Linke) bazı gruplar birkaç gün önce yaptıkları açıklamada “Bazı şehirlerde Paskalya yürüyüşlerinin aşırı sağın giderek tekelinde olduğu” uyarısında bulundu.
Kötü haber şu ki, politikacılar, kurumlar veya ırkçı olmayan vatandaşlar bile hareket halindeyken üç maymun oynuyor. Sorun artık her kesimden insanın bir araya geldiği ulusal derneklere sıçradı.
Bu bağlamda, Almanya’nın iç istihbarat kolu Anayasayı Savunma Teşkilatı başkanı Thomas Haldenwang, düzenlediği basın toplantısında şunları kullandı: “Antisemitizm konusunda ülkede durum vahim. Yahudi vatandaşlarımız bize hangi noktada ülkeyi terk etmeleri gerektiğini sormaya başladılar” ifadesi, “ırkçılık” sorununun nereye vardığı konusunda fikir sahibi olmamıza yardımcı oluyor. Bu açıklama, Nazi Almanyası’nın yarattığı utancı yaşamamak için post-faşistlerin katliam, kan ve barut eylemlerini uzun süredir “görmezden gelmeyi ve yok saymayı” başaran Almanları çok rahatsız etti.
Sonuç olarak, yazar Stefan Hermlin’e göre, Doğu Almanya’nın çöküşünden önce, sosyalist sistemin Almanlarının çoğu, vatandaşların en az yarısının anti-faşist olduğunu düşünerek Nazi Almanya’sında yaşıyordu. Tıpkı günümüzün Demokratları gibi Almanlar da toplumun en az yüzde 80’inin Nazizm’e karşı olduğunu düşünerek yaşıyor.
Ne iyimser bir akış açısı. Bunun böyle olmadığı, neo-Nazi partisi AfD’nin oylama sonuçlarından açıkça görülüyor. Bu ırkçılık sorunu, Nazi rejimi sonrasında kurulan ve özgürlük, insan onurunun korunması, barış, eşitlik, vicdan ve din özgürlüğü ruhuyla şekillenen yeni Almanya’nın aşabileceği sınırları aşmak üzeredir. Durum bu.
İlginizi Çekebilir
- Ankara’da temel kazısı sırasında 2 binanın istinat duvarları çöktü, 34 daire tahliye edildi
- BALKAN | Burkhan Şaban’ın yeni eseri “Hej Dost” çıktı
- Saadet lideri Karamollaoğlu: Erdoğan daha kısa pantolon giyerken Erbakan Hoca ile çalıştım
- BALKAN | Hükümet bir Türk kültür merkezi kurmaya karar verdi.
- Bir kez daha “adam kazandı” dememek için
- CHP Grubu basına kapalı genel merkezde toplandı
- Selvi Kılıçdaroğlu ve Canan Kaftancıoğlu Kahramanmaraş’ta
- Drone teknolojisiyle övünen ancak çadır üretemeyen ve dağıtamayan vatansız bir devlet
- Taliban, kadınların eğitim hakkını savunan Wesa’yı gözaltına aldı
- ChatGPT’de hata bulanlara OpenAI’den para ödülü