Bu adamlar nasıl gidiyor? | Haber sitesi PolitikYol

Başkan adayımız anlaşılır. Peki, Türkiye’ye özgü koşullarda muhalefet nasıl bir yol izlemeli? Her şeyden önce, “zayıf” olmanın avantajlarından yararlanmak için, zayıf taraf olduğunuzu kabul etmelisiniz. Deniz Karakullukçu yazdı

“Bu aday” gerçekten Kılıçdaroğlu mu? Bu konuyu uzun süre tartıştık. Ama önce bir soru sormamız gerekiyor: bu adamlar ne yapıyor? Tarih örneklerle dolu. Buradan başlayalım.

Muhalefeti aday gösterme süreci çok sıcaktı. Kılıçdaroğlu, ana muhalefet genel başkanlığı ve müzakere masasında temsil gücü en yüksek partinin genel başkanı olarak doğal aday olmasına rağmen, kamuoyundaki tartışmalar son ana kadar devam etti. Bu süreçte Türk siyaseti “zafer adayı” gibi soyut bir kavramla tanıştı. Kimin ve kimden “zafer adayı” olduğunu duyduk ama nedenini anlayamadık.

Ancak neden Kılıçdaroğlu olmadığı konusunda farklı görüşlerimiz vardı. Üstü kapalı olarak tartışılan kimlik sorunu gündeme gelmektedir. Ülkedeki Türk ve Sünni çoğunluğun Kılıçdaroğlu’nun Kürt ve Alevi kimliğine soğuk bakacağı öne sürüldü. İkincisi, Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanı olduğundan beri hiçbir seçim kazanamadı ve partisinin oyunu önemli ölçüde artıramadı.

Hatta bazılarına göre “liderlik nitelikleri yoktu.” Halkımızın masaya vurabilen, gerektiğinde bağırabilen ve hatta otoriter bir lidere ihtiyacı olduğu varsayılıyordu. Kılıçdaroğlu ise sakin, kibar bir adamdı. Akşener’in verdiği bir röportajda geçen “Kemal Bey masadaki tartışma sırasında ayağa kalktı” ifadesini aslında hiçbirimiz hayal bile edemezdik. Kılıçdaroğlu, günlük dilde kullandığımız anlamda “karizmatik” bir lider değildi. Kitleleri harekete geçirecek hiçbir otoritesi, retoriği, şeytani aklı yoktu.

Öte yandan Erdoğan bir “Reis”ti, “uzun adam”dı. Geleneksel Türk aile yapısının zehirli babasıydı. Günahları ve sevaplarıyla aile içindeki rolü belliydi ve her türlü soruna rağmen huzur ve düzen getireceğine inanılıyordu. Seçmeni ona o kadar bağlıydı ki, çözüm sürecini başlattığında daha düne kadar sözünü kesmediği Bahçeli ile el eleyken bile “Bir bildiği var” diye gözleri bağlıydı.

Üstelik bu adam Kılıçdaroğlu’nun aksine girdiği tüm seçimleri kazandı. Beş genel seçim, üç yerel seçim, iki cumhurbaşkanlığı seçimi ve iki referandumda sandıktan çıktı. Kimlik sorunu yoktu. “Türk”, “Sünni”, “Adam”, “Karadeniz” idi. Enflasyon ve depremlerin yanı sıra hava zifiri karanlık olsa da Erdoğan’dan bahseden bir kalabalık vardı. Muhalefet seçimi kazansa bile Erdoğan koltuğundan vazgeçemeyecek. Peki, 7 Haziran-1 Kasım arasındaki sürecin benzerini mi başlatacak, yoksa seçim gecesi yandaşlarını sokağa mı çıkaracak Allah bilir…

Düşündükçe, Kılıçdaroğlu ile Erdoğan arasındaki yarışın bu kadar kırılmaz görünmesinin bir nedeni daha geliyor aklıma: Dünya (ve tarih) bizim etrafımızda dönüyor sanıyoruz. Erdoğan “asla kaybetmem” diyen ilk lider değil ve Türkiye, kutuplaşmış bir toplum tarafından desteklenen otoriter bir rejimde “zayıf” bir partinin demokrasi için savaştığı ilk ülke değil.

Örneğin seçimlere bir yıl kala NATO güçlerinin 78 gün aralıksız bombaladığı bir ülkede Bosna’nın celladı Miloseviç’i devirip demokrasiyi yerleştirmek kolay mıydı? Yugoslavya’nın dağılmasının sorunsuz geçişini sağlayan en önemli unsurlardan biri de muhalefet liderinin uzlaşmacı tutumuydu. Vojislav Kostunica ilk turda oyların yüzde 50,2’sini alarak, 13 yaşındaki Cumhurbaşkanı Slobodan Miloseviç’i birkaç bin oyla yenerek seçimi kazandı. Milliyetçilerden liberallere uzanan 18 siyasi partiden oluşan ve Kostunica liderliğindeki reformist DOS muhalefet koalisyonu, ülke çapındaki oyların yüzde 55’ini toplayarak hemen hemen her seçim bölgesinde çoğunluğu elde etti.

Ancak Miloseviç liderliğindeki Sırbistan Sosyalist Partisi seçim sonuçlarını kabul etmedi. Ancak Kostunica, Miloseviç protestolar sonucunda yenilgiyi kabul etmek zorunda kalınca, ülkedeki devrimci havaya rağmen Miloseviç ve destekçilerinin kinci duruşuna karşı çıktı.

Miloseviç’in partisi 16 Ekim 2000’de kurduğu hükümette bile Sırp Sosyalist Partisi ile yetki paylaşımı anlaşmasına vardı. Cinciç yeni kurulan cumhuriyetin başbakanı olmasına rağmen, Miloseviç’in Kosova’da işlediği savaş suçları nedeniyle Lahey’e iade edilmesi talebine şiddetle karşı çıkan Kostunica oldu.

Karşımızda kolluk kuvvetlerinden istihbarata, basın ve medyadan yargıya kadar ülkenin bütün faaliyetlerini eline almış 20 yıllık bir iktidar var. Bu nedenle önümüze her türlü engelin çıkabileceğini unutmamalı ve yaklaşan zaferin sarhoşluğuna kapılmamak için dikkatli davranmayı unutmamalıyız.

Yoksa Augusto Pinochet, Erdoğan referandumu muhalefete kaptırdığında ondan daha mı güçsüzdü? Daha sonra cumhurbaşkanı olan Patricio Aylwin, 1988 referandumunda sosyalistlerden merkez sağa 16 muhalefet partisinden oluşan Hayır koalisyonuna “eşitler arasında birinci” olarak liderlik etmedi mi? 70 yaşında beyaz saçlı bir siyasetçi olan Aylwin’in göstermelik bir devlet adamı olmasından korkanlar, uysal dış görünüşünün ardında sabırsız, becerikli ve gücünün farkında olan deneyimli bir liderle karşı karşıya olduklarının farkında değiller miydi? Aylwin, uzun boylu, konuşkan bir karakterin iyi bir dinleyici olarak insanlara aidiyet duygusu uyandırabileceğini göstermedi mi?

Koşullar bazen kimlikleri nedeniyle aşağılanan, “liderlik nitelikleri” şüphe duyulan insanları kitlesel bir muhalefet hareketinin liderleri yapmıyor mu? Örneğin, Filipinler’i 20 yıl boyunca Corazon Aquino altında demir yumrukla yöneten ve “sadece bir kadın” olarak hor gördüğü Ferdinand Marcos’u barışçıl “İktidar Halka” devrimi devirmedi mi?

Geçmişte kocasının kampanya konuşmalarında utangaçlığı nedeniyle sahneye bile çıkamayan, ancak siyasi hayalleri nedeniyle okulu bırakan “Corey”, sokağa dökülen milyonlarca Filipinli arasından kendisini cumhurbaşkanı adayı buldu. . Öldürülen (ve gerçek muhalefet lideri) eşi “Nina” nın cenazesi için Manila.

İlk işi kendi gücünü sınırlamak ve parlamentoda yürütmeyi temsil etmek olan, altı yıllık cumhurbaşkanlığı döneminde bir yandan komünist ve İslamcı paramiliter gruplarla karar sürecine giren ve suikastı göze alan bir lider değil mi? defalarca, ama kendine “sıradan ev hanımı” mı dedi?

Ancak aynı kişiye karşı tekrarlanan seçim yenilgisi, bir politikacının hırslarını mutlaka köreltir mi? Baskı ve yıldırma çabaları bu kişinin yolundan vazgeçmesini mi gerektirir? Temsil ettiği belirli değerler varsa değil. Güney Amerika’da demokratik olarak seçilen ilk Kızılderili başkanı Alejandro Toledo, ilk seçiminde Alberto Fujimori’ye karşı oyların yalnızca yüzde 4’ünü aldı.

Ama mesele sadece oy kullanmak değildi. Toledo’nun adaylığı, Marksist Aydınlık Yol gerilla hareketine karşı silahlı mücadeleyi ülkedeki Hint topluluklarına yönelik etnik temizlik için bir bahane olarak kullanan Fujimori rejimine karşı bir muhalefet bloğunun liderliğine yükselişinin başlangıcı olacak.

Fujimori, anayasaya göre cumhurbaşkanlığına iki kez aday gösterilebilse de, istisnai yasa tasarısını Parlamento’ya götürdü ve 2000 seçimlerinde tekrar aday oldu. Ancak Toledo, Fujimori’nin ilk turdaki yolsuzluğunu gerekçe göstererek ikinci turda boykot çağrısında bulundu. Bir hükümet skandalı çöktüğünde, sonraki birkaç ayı bandana ve kot pantolonla sokak protestolarıyla geçirerek seçimi kazanan Toledo, ikinci bir girişimden vazgeçmiş olsaydı bu başarıyı elde edebilir miydi?

Örnekler çoğaltılabilir, ortak bir yüzleşmeye geçelim. Başkan adayımız anlaşılır. Peki, Türkiye’ye özgü koşullarda muhalefet nasıl bir yol izlemeli? Her şeyden önce, “zayıf” olmanın avantajlarından yararlanmak için, zayıf taraf olduğunuzu kabul etmelisiniz.

Davut, Selut’u sapanla tek bir atışla vurmak yerine kılıçla itmiş olsaydı, ezilecekti. Zayıflıktan bahsettiğimde, oy sayısını kastetmiyorum. Karşımızda kolluk kuvvetlerinden istihbarata, basın ve medyadan yargıya kadar ülkenin bütün faaliyetlerini eline almış 20 yıllık bir iktidar var. Bu nedenle önümüze her türlü engelin çıkabileceğini unutmamalı ve yaklaşan zaferin sarhoşluğuna kapılmamak için dikkatli davranmayı unutmamalıyız.

İkincisi, güçlü tarafın sahasında oynamamalıyız. Mesela Tayyip Erdoğan ile tartışmak, meydanlarda kimin sesi daha gür çıkacak diye yarışmak tam da bu. Güçlü adam yarışında Erdoğan’ı yenmeye çalışmak, 100 metrede Usain Bolt’a aşık olmaya benziyor.

AKP’den daha muhafazakar, MHP’den daha milliyetçi olamayız. “Kim daha haklı?” Yıllardır kendi ekmeğini yiyenlerle rekabet etmek insanı ancak küçük düşürür.

Aynı şey tercih edilen siyasi söylem ve konular için de geçerli. AKP’den daha muhafazakar, MHP’den daha milliyetçi olamayız. “Kim daha haklı?” Yıllardır kendi ekmeğini yiyenlerle rekabet etmek insanı ancak küçük düşürür. Dolayısıyla toplumu kimlik ve siyaset üzerinden kutuplaştırırken, ortak bir gelecek vizyonu ortaya koymamız ve birleştirmemiz gerekiyor.

Çoğunluk pozisyonu aldıklarında çoğulcu, dar grupların çıkarlarını önemsediklerinde kapsayıcı olmalıyız. Mesela iktidar HDP’yi ve seçmenlerini terörize ederken, vatana ihanet damgası yememek için etle sütle oynamak yerine HDP’nin meşru bir siyasi figür olduğunu güvenle vurgulayabilmeliyiz.

Bu süreçte muhalefet temsilcilerinin zaaflarının farkında olmaları bizleri çok rahatlattı. CHP’nin sağcı seçmenler arasında, özellikle AKP iktidarı sırasında sahip olduğu pozisyonlarda somutlaşan bir mirası vardı. Örneğin yeni kurulan partiler, Türkiye’nin kutuplaşmasında ne İsa’ya ne de Musa’ya hizmet edemeyecek durumda buldular kendilerini. İYİ Parti’nin milliyetçi kökleri başta Kürtler olmak üzere belli kesimleri korkuttu. Sembolik bir anlamı olan Mutluluk Partisi ve Demokrat Parti, kitleselleşebilecekleri bir platform bulmakta zorlandılar.

Hükümetin devlet kaynakları, bizden daha fazla parası ve çok daha organize örgütleri var. Büyük mitingler ve büyük reklam kampanyaları düzenlemek için ne gücümüz ne de imkanımız var. Deprem sonrası içinde bulunduğumuz yas ortamı, geleneksel kampanya sürecini de geçersiz kılıyor.

Devrimci bir atmosferde hükümete parmak sallamak ve her olayda suçlayacak birini aramak yerine, kamuoyunda yankı uyandıran, her türlü ikna ve propaganda çabasından arınmış bir imaj göstermemiz gerekiyor.

Unutmayalım ki, otoriter bir rejime karşı tek bir atışımız ya da yabancıların deyimiyle “gümüş mermimiz” var. Bu, hükümetin iktidara gelmesi durumunda ülkenin geri dönülmez bir felakete sürükleneceği bir kıyamet senaryosu değil.

Ancak muhalefet bileşenlerinin ilk kez yakaladığı sinerjiyi, özellikle geçen yıl yapılan çalışmaları, tabandan değişim talebini ve muhalefet seçmeninin motivasyonunu heba edemeyiz. Dünya siyaseti, bu tür ortaklıkların ve bize umut veren örneklerin mümkün kıldığı tarihi dönüşümlerle doludur. Bunu da yapmamamız için hiçbir sebep yok.

İlginizi Çekebilir