Drone teknolojisiyle övünen ancak çadır üretemeyen ve dağıtamayan vatansız bir devlet

6 Şubat depremi, AKP iktidarının devleti içine soktuğu durumun özetidir. Kamu kaynaklarının kötüye kullanılması, sorumsuzluk ve hesap sorulmaması devletin kamusal yaşamdan ne kadar uzak olduğunun göstergeleridir. CHP Genel Başkan Yardımcısı Yüksel Taşkin, devletin bıraktığı çaresizliği yazdı.

Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’ın Dar Koridor: Devletler, Toplumlar ve Özgürlüğün Geleceği’nin ana temalarından biri, devletin çeşitli alanlarda kapasitesinin güçlendirilmesinin toplum için son derece olumlu olduğu, ancak toplum benzer şekilde kendi kapasitesini geliştiremezse. kapasite, baskıcı hale gelecek, böylece bir rejimin ortaya çıkma olasılığı yoğunlaşacaktır.

Toplumun devletle birlikte yeteneklerini güçlendirdiği ve yarışta geri kalmadığı bir ortamda demokrasi yeşerebilir ve kalıcı hale gelebilir ama aksi takdirde imkansızdır. Toplumlar sıkışıp kaldıkları “dar koridor”dan çıkarak demokrasiyi yaratamazlar.

Toplumun devleti kontrol etme becerisini oluşturamadığı durumlarda, devletin ezici bir güvenlik bürokrasisine sahip olması ve en temel kamu hizmetlerinin ciddi şekilde başarısız olması sık sık meydana gelir.

Baskıcı bir devlet, maske ve çadır üretip dağıtamaz, ancak bu alanlardaki boşluğu doldurmak için harekete geçen sivil toplum kuruluşlarını veya yerel yönetimleri tehdit olarak algılar.

Makalenin başlığının işaret ettiği bu büyük ikilemden, yani yüksek teknoloji Uçan göz Maske ya da çadır üretip etkin bir şekilde dağıtabilen bir devlet olmayı bırakmalıyız. Aksi takdirde her doğal afetin insani bir felakete dönüştüğü bir endişe ve korku toplumu olarak kalacağız.

Aslında yine yazının başlığında bu dar koridordan nasıl çıkabileceğimizin bir göstergesi var: Devleti bir kamusal devlet haline getirmek ve onu ayrıcalıklara ve eşitsizliğe yol açan “uyumlu” bir yapıdan kurtarmak.

Başka bir deyişle, onu “kendisi için devlet”ten “halk için devlet” haline getirmek.

“Kendisi için devlet” kavramıyla ne demek istiyoruz? Asıl söz konusu olan, bu ayrıcalığı sorgulamamak için devlet aygıtına el koyan ve onu orantısızca kullanarak devletle arasında kutsal bir bağ olduğunu öne süren bir anlayıştır.

Ayrıcalıklı çevrenin asli bir unsur olarak görüldüğü ruhban siyaseti, sürekli olarak eşitsizlik ve istikrarsızlık üretmektedir. Eşitsizlik baskıyı, baskı daha fazla eşitsizliği doğurur. İmtiyazlı çevre, devletin kaynaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışır. Kendi servetini yaratırken ve güçlendirirken hiçbir kontrol mekanizmasına tahammülü yoktur.

Bu kutsal devlet anlayışı elbette Türkiye’ye özgü değil. Savunanlar kendi devletinin biricikliğini vurgulamaktan hoşlansa da Rusya’da, İran’da, Hindistan’da devleti bu şekilde yücelten ideolojiler de var. Bahsedilen tüm ülkelerde devlet, güvenlik amaçları dışında etkin bir şekilde işleyemez ve dar bir gruba hizmet eder.

Bununla bağlantılı olarak, Erdoğan’ın kendisini “doğal” bir halefiyet temelinde II. Abdülhamid ile özdeşleştirme girişimi var. Aslında bu, seçilmiş bir grubun kendilerini doğal bir aristokrasi olarak görmeye başladığı ve sandıktan başka meşruiyet kaynaklarına sahip olduğunu iddia ettiği bir durumdur.

Bugün devleti yönetenlerin “ulusun gerçek oğulları” olduğu ima ediliyor ve bazen açıkça ifade ediliyor. “Devlet ve ulusun kaynaşması uzun bir aradan sonra nihayet yeniden doğuyor.” Oylama, artık bir grup olan bu grubun aleyhine bir seçimle sonuçlanırsa, bu bir “kaza” ve geçici bir hatadır.

Bu anlayışın, seçimlerin eşit şartlarda yapılmadığını kabul etmesi ve seçim sonuçlarını dahi tanımaz bir ruh haline bürünmesi, dar bir grup olduklarının farkında olduklarını ve seçime gitmediklerinin bilincinde olduklarını göstermektedir. varoluşsal güvensizlikten kurtulamaz.

Yeraltı siyasetini aşmanın en etkili yöntemi, devletin tüm toplumun ortak bir enstrümanına dönüştürülmesinde ısrar etmek ve oylama yoluyla barışçıl bir iktidar değişikliğinde ısrar etmektir.

Bugün devleti ele geçirenler imtiyazlı daireye kimi dahil edeceğinin seçimini yapıyor. gerçek tanımı içindedir. Anayasaya ve yasalara rağmen, bu çemberin dışında kalması “gerekli” olanlar için söylenmemiş bir davranış kuralları var. Örneğin, hangi etnik, dini veya ideolojik grupların görevde kalamayacağına dair üstü kapalı bir anlayış var.

Ayrıcalıklı çevrenin asli bir unsur olarak görüldüğü ruhban siyaseti, sürekli olarak eşitsizlik ve istikrarsızlık üretmektedir. Eşitsizlik baskıyı, baskı daha fazla eşitsizliği doğurur. İmtiyazlı çevre, devletin kaynaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışır. Kendi servetini yaratırken ve güçlendirirken hiçbir kontrol mekanizmasına tahammülü yoktur.

Bu, otoriterliğin aslında politik ekonomi olduğunun bir göstergesidir. Türkiye’de olduğu gibi otoriterlik, kaynakları tam kontrol altında tutabilmek için hem vesayetçi hem de aşırı merkeziyetçi bir zihniyetin oluşmasını gerektiriyor.

Devleti yönetenlerin sivil toplum ve yerel yönetim dinamizmini tehdit değil avantaj olarak görecekleri bir siyasi düzeni mutlaka inşa edeceğiz. Devlet, yerel yönetimler ve sivil toplumun ortak özelliği, aslında toplumun birer parçası olmalarıdır.

Dikkat edersek konvansiyonel siyaset hem piyasa hem de devlet eşitsizliklerinin yoğun bir şekilde yaşandığı ve iç içe geçtiği bir sistem yaratıyor. Devletin sahipleri tarafından tanınan bir vatandaş değilseniz, ekonomik ayrıcalıkları elde etmeniz veya korumanız zor olacaktır.

Dahası, klan siyaseti, üretkenlikten çok baskı ve kontrole öncelik verir. Üretici güçlerin harekete geçirme ve biriktirme gücünü bir tehdit olarak algılar. Ekonomik dinamizmden de korkuyor.

Ayrıcalıklı bir çevrenin korunması ve güçlendirilmesine dayalı muhafazakâr bir politika refah ve özgürlük getiremez. Kendi ayrıcalıklı yandaşlarının çıkarına çalıştığı için kurumsallaşma yerine kişiselleştirmeyi dayatıyor.

Dolayısıyla çadır ve maske üretemeyen, çadır ve maske üretip dağıtmak zorunda olan devlet kurumlarını çeşitli kesimlerin taraftar topladığı yerler olarak gören zihniyet, ayrıcalıklarını korumanın tek yolu olarak dar bir koridora kapatılmayı görmektedir.

Aslında tarih ve karşılaştırmalı siyaset onun bu dar koridordan nasıl çıkacağını fısıldıyor:

Devleti tüm kesimlere açın ve halka açık hale getirin. Bu mekanizmalar yeterli değildir. Siyasi sistemimizi, gücün, yetkinin ve sorumluluğun paylaşılabileceği ve gücün seçimler yoluyla barışçıl bir şekilde değiştirilebileceği çoğulcu bir temele oturtmalıyız.

Son deprem, bu yolda son derece önemli bir avantajımız olduğunu bir kez daha gösterdi: Beşeri sermayemiz ve sivil toplumumuz son derece nitelikli ve enerjik. Yine, bizi Ortadoğu devletlerinden açıkça ayıran yerel özyönetim pratiğimiz var.

Devleti yönetenlerin sivil toplum ve yerel yönetim dinamizmini tehdit değil avantaj olarak görecekleri bir siyasi düzeni mutlaka inşa edeceğiz. Devlet, yerel yönetimler ve sivil toplumun ortak özelliği, aslında toplumun birer parçası olmalarıdır.

Kısmen siyasi rekabete (siyasi husumet değil, siyasi rekabet) dayalı da olsa bu üç unsur bir arada hareket etmeyi başarırsa, ülkemiz dar koridordan çıkarak refah ve özgürlük sağlayan bir sisteme kavuşacaktır.

Milletler İttifakı’nın güçlendirilmiş parlamenter sistemi, buna ek 85 maddelik anayasa önerisi ve geçtiğimiz günlerde kamuoyuna sunulan Genel Politika Uzlaşı Metni, devlet mekanizmasının nasıl hayata geçirilebileceğini somut olarak ortaya koyması açısından değerlidir. halk için ve bu yönlerden tarihin doğru tarafındadırlar.

Bugün toplumun imkanları devletin imkânlarından çok daha fazladır. Sivil toplum ve yerel yönetimlerin önünü açan, gücün, gücün ve sorumluluğun paylaşımına odaklanan bir anlayışı mutlaka oluşturacağız ve bu dar koridordan özgürlüğe doğru ilerleyeceğiz.

İlginizi Çekebilir